İstanbul Sözleşmesi ve Kadına Karşı Şiddet’e dair
Neval Savak, Yazar-Şair
Anaerkil toplum yapısından savaşlarla, ticaretle, dinî etkileşimlerle taşınan kültür göçleri sonucunda benimsenen ataerkil hâkimiyet, kadını baskılayıcı, yok sayan bir yapıdır. Tarihsel süreçte kadına yönelik şiddetin boyutları yalnızca şekil değiştirmiştir. Günümüzde önemini koruyan ve sürekli gündeme gelen “İstanbul Sözleşmesi” ya da tam adıyla “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”, Avrupa Konseyi tarafından hazırlanmış olup Avrupa Birliği ve 45 ülke tarafından imzalanan, kadına yönelik şiddeti önleme ve bununla mücadelede temel standartları ve devletlerin bu konudaki yükümlülüklerini belirleyen bir insan hakları sözleşmesidir. Bu sözleşme, kadının birey olmasından doğan haklarını öne çıkaran, kadına karşı şiddeti hukuki bir zemine taşıyıp çözüm arayan, kadına karşı şiddeti insan hakkı ihlali ve ayrımcılık türü olarak tanımlayan bağlayıcı nitelikte uluslararası ilk düzenlemedir. Sözleşme, bir nevi kadın-erkek eşitliğini onaylayan, kadına kimlik kazandıran tutumuyla, kadına karşı ayrımcılığa karşı çıkma açısından dünyaca önemli bir belgedir. Ülkemizde kadın haklarının gelişimi için anayasal, kurumsal düzeyde, daha çok uluslararası hukukun, dolayısıyla dış dinamiklerin de etkisiyle önemli düzenlemeler yapılmıştır. Bu gelişmeler Cumhuriyet öncesinden günümüze kadar süregelen bir süreci kapsamaktadır. Türkiye, 11 Mayıs 2011'de Sözleşmeyi ilk imzalayan ve 24 Kasım 2011'de parlamentosunda onaylayan ilk ülke oldu. “İstanbul Sözleşmesi kabul edildiği zaman uygulamada 1998 yılında kabul edilen 4320 sayılı yasa vardı. Bu sözleşme ile, yasadaki aksaklıklarını gidermek üzere 8.3.2012 tarihinde 6284 sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesi”ne dair kanun TBMM’de kabul edilerek 20 Mart 2012 tarih ve 28239 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanıp yürürlüğe girmiştir. Sözleşme, hem özel alandaki hem kamusal alandaki şiddeti yasaklamaktadır. Madde 3/a uyarınca, “kadına yönelik şiddetten”, ister kamusal ister özel yaşamda meydana gelsin, toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemleri anlaşılacaktır. Madde 4/1 uyarınca, Taraf devletler, gerek kamusal gerekse özel alanda tüm bireylerin özellikle de kadınların şiddete maruz kalmaksızın yaşama hakkını sağlamak ve korumak için gerekli olan hukuki ve diğer önlemleri alacaklardır.”(1) Sözleşme kâğıt üzerinde yapılmıştır. Asıl önemli olan uygulama yöntemleri, tedbir ve sonrasındaki denetim, denetimin takibi. Avrupa Konseyi üye devletleri ve sözleşmeye imza atarak dâhil olan diğer devletlerin sözleşmenin maddelerine uyma, uygulama yöntemleri, bir türe özgü sistematik izleme mekanizması; IX. Bölüm – İzleme yöntemi, “Madde 66 –Kadınlara yönelik şiddetle ve aile içi şiddetle mücadele konusunda uzmanlar grubu (Bundan böyle “GREVIO” olarak anılacaktır.), bu sözleşmenin taraflarca uygulanmasını izleyecektir.(2) Yaşamını yitirmiş olan kadınların sayısı, alınan önlemlerin, denetimin, takibatın yetersizliğini göstermektedir.
Dünya tarihine bakıldığında ilk kadın hakları savunucusu 1748’de Fransa’da dünyaya gelen Marie Olympe de Gouges, Fransız Devrimi’nde kadın haklarını savunup bir de “Kadın Hakları Deklerasyonu”nu yayımlamıştır: “Ademoğlu! Senden adaletli olmaya cesaretin olup olmadığını soruyorum! Bunu bir kadın soruyor senden. Hiç olmazsa soru sorma hakkımı elimden alamazsın! Sen kadınları hor görme hakkını kimden aldın söyle? Yaradana bak! Dünyanın kendi doğal halinde bile farklı cinsiyetlerin var olduğunu gör. Aydınlanma ve akıl çağında diğer cinsiyet üzerinde, hiçbir şekilde açıklanamayacak türden egemenlik kurmaya çalışıyorsun. Devrimden daha fazla adalet eşitlik talep ederek aslında sadece erkeklerin gücünü arttırmaya çalışıyorsun.” 1793’te giyotinle öldürülmüştür. (3) Erkek egemen toplumsal yapıda kadına atfedilen roller, kadının yaşama katılması konusunda kısıtlılık getirmiştir. Eril bakış açısı ve eril güç ile çevrilmiş yetki dağılımındaki hâkimiyet, eril gücün çoğunlukta olması yüzünden kadının örgütlenme, çalışma yaşamına katılma, yer edinebilme, önemli pozisyonlarda söz sahibi olabilme hakkını hep baskılamış ve çoğu kez yok etmiştir.
1
Var olma, varlığını kanıtlama adına kadını aciz duruma düşürmüştür bu davranış modeli. Simone de Beauvoir’ın “İkinci Cins” (Le Deuxieme Sexe) ve Betty Friedan’ın “Kadınlığın Gizemi” (The Feminine Mystique) adlı yapıtlar eril hâkimiyetinin gölgesindeki kadının yaşam içindeki kimlik, cinsiyet sorgusunu irdeleyip bir uyanış imlemiştir. Kadın, eril gücün doğuştan sahip olduğu haklara erişebilmek için her cephede mücadele, vermiştir. Toplum önünde bir savaştan sonra zafer eril güce dağıtılmaktadır. Kadının ikincilliğinin reddi, cinsiyet eşitsizliğine karşı mücadele, yasal hak ve fırsat eşitliğine ulaşmak için pencere açmıştır. “... 1930’da kadınlara belediye seçimlerinde hak verildi. Kasım başında (1934) Atatürk ile Ankara Kız Lisesi’nin bir sınıfında bulunuyorduk. Ders Medeni Bilgiler’di. Atatürk, bazı sualler soruyor ve cevaplar alıyordu. Sıra, hiç unutmam Nigâr veya Müjgan isimli bir genç kıza gelmişti. Sual mebusluk üzerine idi. Genç kız: -Biz niçin mebus olamıyoruz? diye sordu. O vakit Atatürk: -Vatandaşın başlıca hakkı ve görevi nedir? diye sordu. Genç kız tereddütsüz cevap verdi: -En büyük hak seçim ve en büyük görev de askerliktir. Atatürk: -Peki size seçim hakkını verelim, ama askerlik de yapacaksınız. Genç kız aynı yiğitlikle cevap verdi: -Eğer beklenen bu ise biraz geç kalmış olmuyor musunuz? Ulus meydanındaki abidede mermi taşıyan benim annemdir. 5 Kasım 1934’te çıkan bir kanun vatandaşların, en büyük hakkı olan seçim hakkını da kadınlara tanımış oluyordu...” (4) Kadına bu hakkın yasa ile verilmesi, toplumda bundan öncesinde kadının ikinci sınıf bir varlık olduğunun resmî belgesi niteliğini de taşımaktadır aslında. Toplumsal ve hukuki boyutunu irdeleyen akılcı, gerçekçi, çağdaş dünya görüşünün üstünde düşünen Mustafa Kemal Atatürk, kadını kimliksizleştiren anlayıştan uzaklaşıp adil, eşit, kadının da katılımının olduğu bir toplumsal yapı oluşturmaya çalışmıştır. Yüzyıllar boyunca bu topraklarda çalınmış yaşamları, kadın kimliğinin önemini, insani bilinçle kavratmaya çalışmıştır. Fakat ilerleyen zamanlarda yine ağır basan gelenekselden gelme kültürel değerlerle, kadın ötekileştirilmiş ve önemsizleştirilmiştir. Kadına karşı şiddetin kökeninde kapitalizm, güçler eşitsizliği de yatmaktadır. Kadına karşı şiddet denilince sadece fiziksel şiddet akla geliyor. Bu kapsam genişletilecek olursa cinsel şiddet, kadın sünneti, taciz amaçlı takip, fiziksel şiddet, psikolojik şiddet, ekonomik şiddet, taciz, tecavüz, cinsel istismar, zorla ve küçük yaşta evlendirilme gibi şiddetin türlü boyutlarıyla karşılaşmak mümkün. Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’nin 12. maddesi: “Hiç kimsenin özel yaşamına, ailesine, evine ya da yazışmasına keyfi olarak karışılamaz, onuruna ve adına saldırılamaz. Herkesin, bu gibi müdahale ya da saldırılara karşı yasa tarafından korunma hakkı vardır.” Sonuçta kâğıt üzerinde yapılıyor sözleşmeler, yasalar... Uygulamadaki aksaklıklar, sözleşmeyi etkisizleştirir. Gelişen teknoloji ile medya araçları çoğaldı. Medyanın, şiddet içeren içerikleri topluma sürekli empoze etmesi düşündürücüdür. Bir toplumun aynası, davranış modelleridir. Davranış modelleri ile davranışa teşvik eden anlayışlara yönelik pozitif çalışmalar olmadıkça geri kalmış ülkelerde bir kadının mini etek giydi diye sokakta cinsel saldırıya uğraması, eve geç saatte döndüğü için komşularının bazıları tarafından ‘namussuz’ damgasıyla etiketlenip rahatsız edilmesi, hedef hâline getirilmesi sık karşılaşılan bir durumdur. Şiddet, maddi ve manevi yok edicidir. Özellikle bazı toplumlarda ‘Kadının yeri evidir!’ diye belleklere işlenen söylem ve davranış modeli bildirgenin üstüne çıkabiliyor. Kadın ve erkek eşit sayılırken, yasalar insan hakları üzerine kurulurken kadına karşı şiddet, cinsel kimliği üzerinden şiddet hem insan doğasına hem de anayasal hak olan yaşama onuru hakkına aykırıdır. Yaşama hakkı: “Madde-17: Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir. Tıbbi zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dışında, kişinin vücut bütünlüğüne dokunulamaz; rızası olmadan bilimsel ve tıbbi deneylere tabi tutulamaz. Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz.” Madde 1- Bu Yönetmelik, şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadınlar,çocuklar, aile bireyleri ve tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişilerin korunması ve bu kişilere yönelik şiddetin önlenmesi ile şiddet uygulayan veya uygulama ihtimali olan kişiler hakkında şiddetin önlenmesine yönelik tedbirler ile bu tedbirlerin alınması ve uygulanmasına ilişkin usul ve esasları kapsar.” (5)
2
Resmî Gazete’de yayımlanan 6284 sayılı yasa maddesi ile korunma, şiddetin önlenmesi, rehberlik ve danışma hizmeti, koruyucu tedbir kararları kapsamında olmasına rağmen kadın cinayetlerinde sürekli bir artış gözlemlenmektedir. İstanbul Sözleşmesi kâğıt üzerinde kalmıştır. Uygulamada büyük sorunlar yaşanmıştır. Soruna farklı boyut ile yaklaşılırsa; kadının ikinci sınıf vatandaşlığının kabulü kâğıt üzerinde tescillenirse, ‘kadının korunması gereken aciz bir varlık’ olduğuna da başka bir pencere açılmıştır. Özümsenemeyen bir girişim hiçbir zaman sonuç getirmemiştir. Bu önleme, koruma konusuna gösterilmesi gereken özen takip edilmelidir. İlkokuldan başlayan bir eğitimle kadına bakış açısı ile ilgili yeni bir kuram oluşturulup o doğrultıda bir kuşak yetiştirilirse daha olumlu sonuçlara evrilmesi mümkündür. Sözleşme öncesine, sözleşme dönemine ve kaldırıldıktan sonrasına bakılacak olursa: “Türkiye Raporu ve Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu 2021 Yıllık Veri Raporu’na göre 280 kadın öldürülmüş, 217 kadın da şüpheli şekilde ölü bulunmuş. 2022 yılının ilk 10 ayında 282 kadın cinayeti, 208 şüpheli kadın ölümü gerçekleşmiştir.” (6) 2016, 2017 ve 2018 yıllarında 726’sı polis, 206’sı jandarma kayıtlarına geçen toplam 932 kadın cinayeti işlenmiştir. 2016’da 301, 2017’de 350, 2018’de 281, kadın yaşamını yitirmiştir. Cinayet aletlerinin %83,9’u ruhsatsız, %52,8’i ateşli silah olduğu görülmektedir. Oranlara bakıldığında şöyle bir tablo bizi karşılamaktadır: “En sık karşılaşılan cinayet mekânları: %72,8 ev/meskûn veya metruk bina/konut; cinayetlerin haftanın günlerine göre dağılımı: %16,7 cuma; olay mevsimi: kış %26,7; olayın gerçekleştiği ay: eylül %9,9; cinayetlerin günün saatlerine dağılımları: 12.00 - 17.59 %29,2; maktullerin yaş aralığı dağılımı:26-35 yaş arası %25,7; maktullerin medeni durumu: evli %58,5; eğitim durumları: ilkokul mezunu %46,3. Bu dağılımların yüzdelik olarak fazla olanları örnek verilmek üzere alınmıştır. Ekonomik motifler, Psikososyal motifler, failin ruhsal, bedensel sağlığı ve madde kullanımı cinayetler üzerinde etkilidir. %44,7 ile psikososyal motifler başta gelmektedir. En sık kullanılan cinayet aletleri %45,5 kesici aletlerdir. Polis Akademisi’nin verilerine göre, faillerin sabıka durumu: %86,5 yok; faillerin maktullere yakınlık dereceleri; %63,5 eş/duygusal partner. (7)
Kadına karşı şiddet, toplumsal yapının belleğiyle kuşaktan kuşağa şekil değiştirerek taşınmıştır. Kadın her zaman hedef gösterilerek istismara açık hâle getirilmiştir. Gelenek görenek, tarihsel, etnik, ekonomik düşünce sistemi, fiziksel farklılıklar, mitler, dinsel inanç, tarikat yapılanmaları sonucu, kadın, hep eril gücün gerisinde bırakarak kimliği üzerinden ironik bir şekilde suçlanmış ve dışlanmıştır: “Diğer yandan kadını kimliksizleştimeye çalışan kurumlar, toplumlar, erkek egemen güçler tarafından psikolojik şiddete maruz bırakılan bazı yazarlar; Mary Shelley, Frankenstein veya modern Prometheus Mary Shelley'nin ölümsüz eseri, anonim form 1818’de. Okuyucular, eleştirmenler ve herkes aslında romanın yazarını Percy B. Shelly, ortağı, çünkü böyle uğursuz bir temaya sahip bir hikayenin bir kadın tarafından tasarlanabileceğine inanmadılar. (8) Dünya genelinde şiddet karşıtı ve ırksal eşitlik görüşleriyle, Martin Luther King, ‘Yurttaş Hakları Hareketi’nin sembolüdür. Kadın düşmanlığını yapanlar da ırkçılık yapanların öznesi de aynı zihniyettir. Kiliseler tarafından cadılıkla suçlanıp yakılan kadınlar, bilimle, eğitim ile uğraşıyor diye vahşice öldürülen kadınlar (Hypatia en önemli örnektir) Temel alınması gereken durum ‘insan bilincidir’; postpeoplelife başlığı altında yeni bir çağ akımı, manifesto hatta dünya ülkeleri üzerinde yeni bir anayasa hazırlanmalı, okullarda eğitime açılmalı ve yeni bir yaşam şekli benimsetilip özümsetilmeli, uygulamalı olarak yaşama geçirilmelidir. Bu girişimin maddeleri, geçmişin ve şimdinin gerçeğinin değerlendirilmesi, kabulü sonucunda ortaya çıkacak dinamik insan davranışını anlamaya yönelik analizlerle sorunun kökenine inilerek yozlaşmış kalıplardan kökten kaldırıcılıkla kurtulup yeni bir düzen oluşturmaya, kesin yasalar koyularak çalışmalar yapılmalıdır. Halk arasında yaygın olarak kullanılan kalıplaşmış bazı söz öbekleri, bazı deyimlerin arasında kadını yerici, bir ayıp, bir günah sembolü olarak işaret edenler kaldırılmalı. Kadının yüzünün karası, erkeğin elinin kınası! “Yolsuz ilişkiler kadınlar için utanç verici bulunurken erkekler bu tür ilişkilerden övünç payı çıkarırlar.” (9)
3
Eşlerini, özellikle ‘namus’ bahanesiyle öldüren erkeğin mahkemede kravat takarak ceza indirimi alması örnekleri, zaman zaman haberlerde gündeme getirilmiştir. Tam tersi kadın namusunu korumaya yönelik mahkemede kendini savunurken durumun aynı olmadığı gözüküyor. Bu sıkıntıya Ç. Doğan’ın başından geçenler ışık tutabilir: “Adana'da kendisine şiddet uygulayıp, fuhşa sürüklediği gerekçesiyle eşi Hasan Karabulut'u (33) öldürüp, 15 yıl hapis cezası alan Çilem Doğan'ın (30) Yargıtay'a itirazı reddedildi. Doğan'ın avukatı İsa Ayanoğlu, ‘Olayla ilgili 7 yeni tanık var. Onların dinlenmesi ve yeni deliller ışığında yeniden yargılama talep ettik’ dedi. Çilem Doğan, 2013'te evlendiği 1 çocuğunun babası Hasan Karabulut’u, şiddet gördüğü ve kendisini fuhşa sürüklemek istediği gerekçesiyle 8 Temmuz 2015'te tabancayla vurarak öldürdü.Tutuklanan Çilem Doğan, 'ağırlaştırılmış müebbet' hapis cezası istemiyle yargılandığı Adana 10'uncu Ağır Ceza Mahkemesi'nde 'tahrik ve iyi hal indirimi' ile 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Doğan'ın avukatı, müvekkilinin uygun görülecek adli kontrol tedbirleriyle tahliyesi için talepte bulundu. Mahkeme heyeti, Çilem Doğan'ı 20 Haziran 2016 yılında 50 bin TL kefaletle tahliye etti. Dava dosyası da Yargıtay'a gönderildi.; 5 yılın ardından geçen ay Çilem Doğan'ın 15 yıl hapis cezası, Yargıtay tarafından onandı. Yargıtay'ın onayı sonrası Doğan'ın avukatı İsa Ayanoğlu, kararın düzeltilmesi için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'na itiraz dilekçesi sundu. Yargıtay, Doğan'ın itirazını reddetti.Böylece Doğan'ın ceza dosyası, kesinleşmiş oldu. Umutlarını kaybetmediklerini belirten Avukat Ayanoğlu, "Olayla ilgili 7 yeni tanık var. Onların dinlenmesi ve yeni deliller ışığında yeniden yargılama talep ettik" diye konuştu.”(10) Her şey bir örnek teşkil ediyor; indirim alan ve alamayan davranışlar... Çoğu zaman da töre yasayı aşarak, kararlarının cezai sorumluluğunu topluma yansıtır. Eşitlikçi kontrol mekanizmasını hiçe sayan gelenekçi, yasayı hiçe sayan yasa üstü gücü kendine hak tanıyan zihniyet doğrultusunda kendi yasalarını yapan ve uygulan bir anlayış ile mücadele etmek gerekmektedir. “... Aşirete mensup bir kız bir gence meylederek onunla kaçarsa, veli ve vasilerine karşı kız ve erkek ölüme mahkûm olurlar. Bu cinayette erkek ve kadına yönelik öldürme hakkı daima bakidir...” ‘Aşiret kanunları’ olarak tanımlanabilecek bu satırlar Urfa Valiliği’nin 1927’de yayımladığı ‘Urfa Salnamesi’nin yıllık 104. sayısından alınmıştır.’ Olumsuz bir durumu değiştirme, iyileştirme çabası geçmişe doğru gidilerek, kaynağın kendisi incelenerek anlaşıldıktan sonra somut adımların atılması doğru sonuca ulaşmada sağlam bir basamak oluşturacaktır. Burada belgelerle ortaya koyulan bir örnekleme, durumu daha da gözler önüne serecektir. “Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de Kral Attolos’un Yeryüzü Cenneti’nde kötü kadınlara verilen ceza, Antalya’nın Akdeniz ile buluştuğu Kadınyarı uçurumundan denize atılmakmış.”(11)
Toplulukların arasında yasa içinde yasa yapmaya çalışanlar önlenmelidir. Geçmişten günümüze başka kültürlerin etkisi devam etmektedir: ‘İsmailağa Cemaati'ne bağlı Hiranur Vakfı'nın kurucusu Yusuf Ziya Gümüşel'in kızını 6 yaşında 'evlendirdiği'ne ilişkin fotoğrafların ortaya çıkmasının ardından sosyal medyadan sessizliğe tepki yağdı. Hiranur Vakfı’nın kurucusu Yusuf Ziya Gümüşel’in kızı H.K.G.'nin 6 yaşında ‘evlendirilip’ istismara maruz bırakılması skandalıyla ilgili fotoğraflar, gazetemiz yazarı Timur Soykan’ın bugünkü yazısıyla ortaya çıktı. 6 yaşındaki kız çocuğuna ‘gelinlik’ giydirildiği ve 29 yaşındaki Kadir İstekli ile yan yana görüldüğü dehşet verici fotoğraflar, sosyal medyada büyük tepki aldı.”(12) İstanbul Sözleşmesi ile garanti altına alınmaya çalışılan kadına karşı şiddetin engellenmesi, kadının korunma hakkı tamamen yok oldu. Bir sözleşmenin yapılmasından çok onun takibinde ne kadar uygulandığının, denetlendiğinin, işe yararlılık değerlendirilmesinin yapılması gerekmektedir. Bir toplumun gerçek kültürü ona tekrar benimsetilmelidir. Düzelmenin temeli özedönüş yöntemi ile mümkündür.Taraf devletlerden şiddete maruz kalması muhtemel, zor durumdaki kadınların ihtiyaçlarını gidermesi beklenmekte olmasına karşın, 28-20 Mart 2021 tarihinde Resmî Gazete’de yayımlanan 3718 sayılı Cumhurbaşkanı kararı sonucunda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından sözleşmenin feshedilmesine karar verilmiştir. Türkiye, 1 Temmuz 2021 tarihinde sözleşmeden resmen çekilmiştir. “(…) yeni sistemde de ekonomik ve teknik konulardaki rutin uluslararası sözleşmeler dışındakiler, yani önemli görülenler ve özellikle de buradaki gibi insan haklarını
4
ve kişi hak ve özgürlüklerini doğrudan ilgilendirenler için Anayasa’nın öngördüğü asli bir şekil (usul) şartı var. O da, Yürütme'nin bir sözleşmeye taraf olma kararı hukuken yürürlüğe konulmadan önce Yasama'nın (TBMM) bu kararı "uygun bulması" gerekiyor. Hem de uygun bulmanın kanun formatında olması gerekiyor. Yasama'nın bu ‘uygun bulması’ aslında yetki unsuruna ilişkin değil. Ama ‘asli bir şekil şartı’. Tıpkı idare hukukundaki başka bir makamın ‘uygun görüş’ vermesi şartına bağlanmış bir işlem için bu uygun görüşün bulunmamasının ‘asli şekil noksanlığı’ oluşturması gibi, burada da TBMM'nin sözleşmeden çıkmayı "uygun bulma" iradesi bulunmaması Yürütme'nin (CB) bu sözleşmeden çıkma kararını "asli şekil noksanlığı" nedeniyle hukuka açıkça aykırı kılıyor.”(13) Eğitim kurumlarının ilk basamağından itibaren Anayasa’yı bir ders olarak müfredata alarak ‘temel haklar dersi’ başlığında öğretip benimseterek başlamak bireyin bilinç, özgüven duygularının gelişimi yolculuğunda katkılarının yadsınamaz olduğu görülecektir. Farklı bir eğitim-öğretim programlaması ile bir kuşak değişirse ardından gelecek kuşaklar ile, toplumun bağnaz, kalıplaşmış etik ve ahlak anlayışı da zamanla değişime uğrayacaktır. Yeni bir toplum modeli doğacaktır. Bu, gelenek ve görenek kavramlarındaki kadının yeri eski kalıplaşmış yapıları kırarak yeni önermelerle değiştirilerek mümkün olabilir. Devletin sosyal birimler açıp analitik modelleri devreye sokması gerekmektedir. Geçmiş ve şimdi arasında işe yaramayan ataerkil tüm maddeler kökten kaldırılmalı, devrim niteliğinde marjinal cinsiyetsiz yeni bir oluşum gerçekleştirilmeli, merkeze postmodern insan yerleştirilerek yeni bir rol yüklenmelidir belleklere. Toplumsal cinsiyet anlayışı ile gelen rol dağılımı yerini ‘insan’ modeli alırsa, aile yapısında doğuştan gelen cinsiyet kimliğini ayrıştırarak kadına doğuştan gelen ayrımcı ev merkezli kimliğin, erkek egemen bakış açısının da ortadan kaldırılmasında etken rol üstlenecektir.
KAYNAKÇA:
- Av. Değirmenci, Birgül. “Kadına Yönelik şiddetin Önlenmesi Sadece Kadının Sorunu mudur?”, Dergi Feminist Düşün KYD, (Güz, 2012, Sayı:3, s.44-45)
- https://rm.coe.int/1680462545s.22
- (çevrimiçi), https://tarikdemirkan.com/2016/03/08/dunyada-ilk-kadin-haklari-savunucusu-marieolympe-de-gouges, 10.02.2019.
- Banoğlu, N. Ahmet, Nükte, Fıkra ve Çizgilerle Atatürk, (İstanbul, Nurgök Mat. 1955) s.39
- https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuatmetin/1.5.6284.pdf, s.1
- https://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/veriler/3003/kadin-cinayetlerini-durduracagiz-platformu-2021-yillik-veri-raporu
- Taştan, Doç. Dr. Coşkun, Yıldız, Arş. Gör. Aslıhan Küçüker, “Dünyada ve Türkiye’de Kadın Cinayetleri”, 2016-2017-2018 Verileri ve Analizler (Ankara: Polis Akademisi Yayınları, Şubat 2019) s.2,4,5,6,7,8,9,11,14,17,20
- httpss://www.firtinadergi.com/2020/02/erkek-mahlasli-kadin-yazarlar-saime-sultan-uçar
9- Bilgin, Muhittin / Bilgin, Dr. Ahmet Can. (Eylül, 2014) “Tanıklarıyla Deyimler Sözlüğü III” (İzmir, Yayın-B) s.1593
10- Çelik, Can. (Ocak 2022). Hürriyet gazetesi, /Adana, (DHA)
11- Faraç, Mehmet. (2014) “Töre Kıskacında Kadın” (İstanbul: Günizi Yayıncılık) s.20-21-22-102
12- Gözeger, E. (11.12.2022) Fox TV, Çalar Saat Hafta Sonu Sabah Haberleri s.10,34
13- Ulusoy, Ali D. “İstanbul Sözleşmesi'nden Çekilmede Hukuksal Gerçekler”, (https://t24.com.tr/yazarlar/ali-d-ulusoy/istanbul-sozlesmesi-nden-cekilmede-hukuksal-gercekler,30338), (Yayın tarihi: 24 Mart 2021). ↩